Misafirin Yaşına Bakılmaz
Marabuz; Sarız, Afşin, Elbistan arasında oldukça dağınık ve bir o kadarda dağlık bir köy. Afşin’e 30 km. mesafede olan köyün hemen girişinde yer alan ve ismini, kurulduğu tepenin üç tarafını saran Hurman çayından alan Hurman Kalesi yer almaktadır. Bu kalenin hangi döneme ait olduğu tespit edilemese de Roma dönemine ait olduğu tahmin edilmektedir. Definecilerin eliyle yıkımı hızlandırılan bu kale Hurman Kalesi isminin yanı sıra Marabuz Kalesi olarak da anılmaktadır. Doğuyu batıya bağlayan kervan yolu üzerinde bulunan ve oldukça görkemli olan bu kale, ticaret yollarını emniyet altına almak ve iletişim sağlamak dışında, yapısal bütünlüğüne bakılarak garnizon ve savunma amaçlıda kullanıldığı kanaati uyandırmaktadır.
Yüklü deve katarlarının yanı sıra Yörük kervanlarının da geçiş güzergâhı olup Adıyaman’ı Kayseri’ye bağlayan bu yol, eşkıyaların ve asker kaçaklarının barınmasına oldukça elverişli bir yapıya sahiptir. Bu tip karanlık adamların, karanlıkta karanlık iş[1] çevirmeleri dahada kolay olduğu için buralarda geceleri seyahat etmek pek tekin bulunmazdı. Onun için akşama yakın vakitte ilk köyde misafir olunur, tekrar yola revan olmak için yerlerin ağarması, güneşin ışıması beklenirdi.
Devletin kolluk kuvvetlerinin kâfi gelmediği, vahşi batıyı andıran bu bölgede yaşayan Memili Kâye (1846-1908)’nin hanımı Dudu Hatun(1844-1927), Sarız’ın İncedere köyünden Ömer Ağaların kızıdır. 13 yaşında gelin gelen Dudu hatun dokuz oğlan beş de kız olmak üzere on dört çocuğun anasıdır. İşte o dokuz oğlandan birisi de Haşim Ağadır(1878-1960).
Aslı Avşar olan Dudu hatun olabildiğine çömart[2] olmasının yanında oldukça mahir ve bir o kadarda bilge bir hatundur. Gelinlik çağa gelinceye kadar yaylalarda geçen genç kızlık yıllarında büyüklerinden gördüğü her şeyi kafasına noktası noktasına kaydetmişti. Şehre inmeden, mektep-medrese görmeden bir insan nasıl bu kadar kendi kendine yeter birikime sahip olur, şaşmamak mümkün değil. Tam olarak obalarda bulunan ve her işe aklı eren bilge kadınlardandı. Kimin akla ihtiyacı olsa onu bulur, kimin başı sıkışsa ona gelirdi.
O vakitler buralar tenhalık yerlerdi. Yok-yokluk içindeydi. Hasta olanlar doktora gidecek imkânı bulsa dönecek vakti bulamazdı. Sabah ezanında kalkılacak, hayvan sırtında yola çıkıp 75-80 km mesafedeki tek doktorlu şehre giderek muayene olup ilaçlarını alacak, o gün handa ya da şehre yakın bir köyde misafir olacak, devlisi[3] gün sabah ezanında kalkıp Marabuz’a geleceksin. Bunun kışı var, fırtınası var, ayazı var eşkıyası var, hırlısı-hırsızı var… var da var.
İşte böyle meşakkatli bir dönemde dağ köyleri kendi kendine yetecek becerisi olan insanları kendi içinde yetiştirirdi. Nesilden nesile aktarılan şifacılık geleneği bu insanlar eliyle devam ettirilip insanlar tedavi edilirdi elden geldiğince. Bu derviş gönüllü bilge kişilere toplum içerisinde haklı olarak çok da saygı duyulurdu.
Nasıl duyulmasın ki; kolu kırılan ona gelirse, karın ağrısı çeken ona müracaat ederse, vücudunun herhangi bir bölgesinde bir şişlik oluşan ondan medet[4] umarsa, çıban çıkan ona koşarsa ve hepsinden daha önemlisi onunda bunlara çare olduğu birine saygı ve hürmet göstermenin dışında başka ne seçenek olabilirdi ki?
İşte bu saygıyı fazlasıyla hak eden Dudu hatunun evi doğal eczane gibiydi. Karnı ağrıyana varsa ebemgümeci veya ıhlamur, daha da olmadı kekik kaynatılıp suyu içirilecek, sızı olanların sızlayan yerlerine koyungözü [5]ezilerek sarılacak, başı ağrıyana belli oranda ısıtılarak tuz veyahut patates dilimlenerek bez arasına konularak bağlanılacak, yaralanma sonucu kanayan yere tütün basılacak, her hangi bir yeri kırılan olursa doğranmış sabuna yumurta akı katılarak yoğrulan macun küçükbaş hayvanın karın zarı ile sarılarak bağlanacak, çıban çıkan kişinin çıbanı yeterince olgunlaşınca yağlı hamur veya közde pişmiş soğan sarılarak çıbanın patlaması sağlanacak, elinde sinil (siğil) çıkanın sinileri (siğilleri) sayılarak her biri için bir arpaya bir Elham üç İhlâs okunarak su değmeyen bir yere -genelde temel taşlarının aralığına- bırakılacak, mayasıl olana kirpi eti yemesi tavsiye olunacak, kronik romatizma ağrısı olanların bacaklarına lahana yaprağı sarılarak havayla teması kesilecek şekilde bağlanıp akşamdan sabaha kadar çözülmemesi tavsiye edilecek, daha bu da yetmiyor gibi gözüne boz attığı için görme yetisini kaybeden koyun, keçi ve dahi buzağılara için havanda dövülen cam tozu tülbentten elenerek koyunların gözüne üflenerek gözünü -halk dilinde boz attı diye tabir edilen katarak- kapatan perdeden kurtarılacak, doğum yapacak olan gelinlere ebelik yapılacak. Kudreti yeten hastalar Dudu hatunun yanına gelir, gelemeyecek durumda olan hastanın yanına Dudu hatun giderdi.
Tüm bunların yanı sıra ümmi olmasına rağmen iyi de bir şairdir Dudu hatun. ‘İrticalen söylediği deyişetlerini aklında tutar, yeri geldikçe de tekrar söylerdi,’ diyen babam Osman (Opbam)’dan dinledim,’ diyen Haşim ağanın oğlu Osman (1913-1981)’dan olma torunu Haşim Kalender (1952) hocamın ağzından dinleyelim yaşanmışlığın gerisini. Söz artık Haşim Kalender’in;
‘Bizim aileye şairlik Dadaloğlu soyundan olan Dudu Hatundan geçmiştir dersek doğru bir tespitle hakkı teslim oluruz.
Beş kızdan birisi olan Zilfi kızı, Türkoğlu’nun Hacıbebek köyüne gelin ederler. Bahsedilen köy ile Marabuz arası 220 km. O vaktin şartlarında gidip gelme büyük meşakkatli işlerin başında gelmektedir. Ha bu yaz ha bu güz derken bir türlü görmeye gidilemeyen Zilfi yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak vefat eder. Vefat haberi anası Dudu Hatuna ulaşır. Gelin edip gönderdiği, bir defa bile görmeye gidemediği Zilfi için yanıp tüten Dudu Hatun ne dedi, ne kadar dedi de bize bu kadar ulaştı orası bize karanlık.
Opbam’dan dinlediği kadar not eden Osman oğlu Haşim Kalender’in not defterinde şu ağıt yazılıdır:
Aççı[6]'ya Pınar eştirdim
Zilfim gelip içer deyi.
Daha umut ediyorum
Sehil evi göçer deyi.
Gel Memi yanıma otur
Seni de kurban ederim
Ev seninde emek benim
Kor da kızıma giderim.
Zilfim'in sefil emmisi
İk’elin sokmuş koynuna
Get kızımın evin getir
Vebali senin boynuna.
Gece gettim günüz gettim
Varamadım handa yattım
Benim gibi ana batsın
Abizet’i kurban ettim.
Zülfi kızının ağzıyla:
Hurman üstü konalgamız
Nasip olup konamadım.
Bey babamın konağına
Sallanıp da enemedim.
Bir taş dikerler nişana
Anam ağlar yana yana
Ağa babam yardım etsin
Bibim oğlu perişana.
Meşhur Lorşun’lu Dirgen Ali’nin hanımı Haçce -Hatice- Babamın bibisi,[7] Haşim Ağanın bacısı, Dudu hanımın da kızıdır.
Dirgen Ali gibi bir adamın hanımı olmanın yanında şairliğiyle de öne çıkan Hacce Hatunun misafir kondurup göçürmesinin yanında o dönemi anlama açısından deyişetleri de bir o kadar kıymetlidir.
Babası Memili gibi Haşim ağada Marabuz köyünde birden fazla dönem muhtarlık yapmıştır. Köy engebeli arazi üstüne konduğu için genellikle geçimi hayvancılık üstünedir. Yani yaylacılık üst seviyededir. Herkes işinde gücündedir ama yine de kavgalar, çekişmeler eksik olmuyor doğal olarak. Ve ne yazık ki her zamanki problem yani güçlünün haklı olduğu problemi yine karşılarındadır köylülerin. Bu dönem hiç bitmemiştir. Yine güçlü olan haklıdır. Haksızlığa uğradığını düşünen karşı tarafın derdini devlete anlatacak imkânı da yoktur. Zengin varken fakiri kim dinler. Bütün bu şartlar haklı ama zayıf olanın hakkını kendi eliyle alma cihetine gitmesine yol açmış, bu da kavga ve gürültünün hiç bitmemesinin temel sebeplerinden biri olmuştur. Dağlık ve bir o kadarda dağınık olan köylerde yaşayan köylüler Cuma namazı için cumadan cumaya bir araya gelmekteydiler. Hasmına diş bileyenler de’nasıl olsa o Cuma namazına köye gelir. Ya Allah ona verir ya bana,’ diyerek öfkesini bileyerek cuma gününü beklerdi. Beklendiğini bile bile namaza gelen hasımlar ya abdest alırken ya da aldığı abdestin yaşını yüzünden silerken ya silahla ya da ucu eğri hançerle kan revan içinde kalırdı. Vukuatsız Cuma geçmezdi dense yeriydi.
Hurman çayına karışan Ördekli deresi üzerinde su değirmeni olan Haşim ağa küseni barıştırmaktan, dövüşeni karakoldan almaktan usanmıştı artık. Yokluk bir yerden, bunca huzursuzluk bir yerden adamın canından bezdiği bir dönemdi dönem. Değirmen var ama un öğütmeye getirecek kadar buğdayı veya arpası olmayan komşuların içinde yaşamaktadır Haşim ağa. Evde bir de misafiri vardır. Evde bulunan son undan üç bazlama yapan hanımı Selver hatun birini kendisi alır, birini misafire, birini de Haşim ağaya verir. Misafir ve Selver hatun ekmeklerini yerken Selver Hatun Haşim ağanın ekmediğini yemediğini görür ve sebebini sorar. Sabahtan bu tarafa bir şey yemeyen Haşim ağa, ‘benden daha aç birisi gelirse ona ne vereceğiz Selver hatun. Siz yediniz, benim ekmeğime karışmayın,’ der. Aradan bir saat geçmeden uzaktan bir adam silueti belirir. ‘Selver Hanım ekmeğin sahibi geliyor,’ der Haşim ağa. Gelen yolcu yaklaşır, elindeki değneği ona mı yük, yolcu değneğe mi yük tam belli değil. Selam vererek kendini zor yere atan yolcunun,’üç gündür hiçbir şey yemedim. Allah rızası için bana bir ekmek veremez misiniz?’ demesi karşısında verecek ekmeğin olmasından ötürü keyiflenen Haşim ağa Selver’e,’hele bir tas çalkama yap, ekmeğin sahibi geldi,’ diyerek seslenirkenkeyfine diyecek yoktur. Elindeki ekmekten başka yiyecek bir şeylerinin olmayışı ne gam. ‘Rızık verici varken kaygılanmaya ne hacet,’ diyerek iç huzurunu dışa yansıtır.
Vakit ikindiyi biraz geçer:
Marabuz’un daha üstünden Armutalan tarafından değirmene üzerinde seklem[8] yüklü eşek önde, adam arkada değirmene doğru geliyor. Haşim ağa değirmenin kaç gündür dönmeyen taşına yol veriyor, buğdayı un ederek gelen yolcuyu uğurluyor. Her öğütülen undan değirmenci hakkı diye bir hak vardı. Un sahibinin de rıza göstereceği bir miktar un Haşim ağaya kalıyor. Değirmen taşının etrafını ve un teknesinde kalan un tozlarını da temizleyerek biriktirdiği un ile doğruca eve varıyor. Hanımı Selver’e uzatarak,’tez hamur yoğur, bu günkü misafirimizin kısmetinden biz de nasiplendik,’ diyerek gelen misafirin rızkıyla geldiğini ve kendileri de bu rızıktan nasiplendikleri için Allah’a hamd ediyor.
Selver hanım gelen unu bir leğenin içinde yoğurur ve yoğurduğu hamurdan dört adet bazlama yapıyor. Birini misafire, birini kendine ayırır, ikisini de Haşim ağaya verir.
***
Dedem Haşim Ağanın misafiri olmadığı bir günde -ki misafirsiz gün geçmezmiş- ebem Selver yatakların yüzlerini yıkamak için yorganlardan söküyor. Dışarı kurduğu don kazanının ateşini harlıyor. Isınan su ile meşe külüyle yıkayıp ikindi güneşine karşı sermektedir. Yol çatına çok yakın olan evlerinden, yoldan bir yolcunun yürüdüğünü gören Haşim ağa yolcuya seslenerek;’yol uzun vakit dar. Bu saat de yola devam etmen doğru değil. Hırlısı var hırsızı var. Dağlar eşkıya dolu. İki saate kalmaz gün aşar. Bugün bizim misafirimiz ol. Yola sabah revan olursun,’ diyor. Selver ebem telaşlanıyor. ‘Haşim ağa, yatakların yüzlerini yıkadım. Misafir alacak durumda değiliz,’ dese de Haşim ağanın ısrarı karşısında adam eve doğru yürümeye başlamıştır bile. Yaklaştığında geleni tanıyorlar ama Selver Hatunun bu durum hiçte hoşuna gitmiyor doğrusu. Çünkü gelen adam düğünlerde zurna çalarak geçimini sağlayan ve elbiselerinin kirliliğinden dolayı herkesin Kirli Bayro diye tanıdığı Bayro idi.
Selver ebemin telaşı boşuna değil anlayacağınız.
Küstere[9]den farksız içi kirden simsiyah tırnakları, kirden ten rengini yitirmiş elleri, giydiği esvapların rengini tespit etmekte zorlanıldığı, kılığıyla kıyafetiyle bitli olduğu halinden belli olan Bayro’yu misafir etmenin doğru olmadığını düşünen Selver ebem; ‘Haşim ağa, ben yatakları yeni yıkadım. Bayro yemeğini yesin direk gitsin. Vakit ikindi yeni oldu. Gideceği yere daha kavuşur,’ diyor. Haşim dedem:
‘Selver, bu Bayro değil, bu Hızır aleyhisselam.’ der Selver Ebem:
‘Hızır aleyhisselam’ın böyle kirli tırnakları, böyle kirli sakalı, esvabından bıçakla kazınacak kadar kirli üstü mü olur? diyerek karşılık verince Haşim dedem:
‘Allah bizi sınamak için Hızır aleyhisselam’ı böyle kirli tırnaklı, uzun sakallı gönderebilir. Tanımazsak nasıl davranacağımız konusunda imtihan ediyor bizi,’diyerek konuyu kapatır.
Selver ebem misafir etmekten kaçındığında değil, yatacak yorganların yüzlerinin olmayışından ötürü tedirgin oluyor. Melefenin yüzü kirlense çıkarıp çıkanır, melefenin kılıfı kirlenirse daha çok iş çıkacağı için yatmasına gönlü razı gelmiyor. Dedem Haşim ağa:
‘Selver Hanım, bu arada yeni ekmeğin yanında ayranda getir, Bayro karnını doyursun. Bugün misafirimiz yok diye düşünürken, Allah’a hamd olsun Bayro’nun kılığında Hızır aleyhisselam’ı gönderdi.’ deyince ebem yine dayanamaz ve:
‘Yahu Haşim ağa, etme, bu herkesin bildiği kirli Bayro,’ der, demesine de… sonuç değişmez tabi ki.
Dedem o gün Bayro’yu misafir ediyor. ‘Su Ördekli deresinden, kül ocaktan, bir daha yıkarsın,’ diyerek misafir konusundaki tutumunu ortaya koyup konuyu kapatıyor.’
****
‘Biz dostluğu, yarenliği, misafire hürmeti, atadan böyle gördük,’ diyen Haşim Hocam anlatmaya devam ediyor:
‘Bizleraile olarak böyle görünce karşımızdaki insanlarında böyle davrandığını-davranacağını düşünürdük doğal olarak. Bu düşüncenin aksi yönünde bir davranışla karşılaşmak, bizim gibi yetişmiş insanlar için kelimenin tam anlamıyla büyük bir hayal kırıklığıdır. ‘Kişi karşısındakini kendi gibi bilir.’ derler ya o hesap bizimkisi. Biz böyle gördük, böyle bilir ve her şeye rağmen böyle yaşamaya gayret gösteririz. Gerisi herkesin kendi bileceği…bizde misafir, onu gönderenin hatırını temsil eder, hatırı her şeyin üstünde olanın hatırıdır bu!
Emmim Hacı Ahmet (1930-1986)Sarız- B.Söbeçimen’de ikamet eden teyzesinin oğlu Şükrü Kılıç’ın evine uğrar. Kapıyı çalar, Şükrü’nün ikinci hanımı olduğunu tahmin ettiği bir kadın açar kapıyı ve kim olduklarını sorar içeriye davet etmeden. H. Ahmet emmim kadına Şükrü’nün nerde olduğunu sorunca kadın Şükrü’nün evde olmadığını söyler. Söylemesine söyler ama ziyaretçiler, buyur etmeye niyetli olmayan bu kadının gönlüne bırakmayarak teklifsizce içeri girerler. Girerler diyorum çünkü H. Ahmet emmimin yanında bir de arkadaşı vardır.
Evin hanımı da emmimde birbirlerini ilk defa görüyorlar. Çünkü Şükrü’nün ilk hanımı vefat etmiş o da bu hanımla evlenmişti.
Emmimlerin içeri davetsiz girmesi karşısında yüzü asılan hanım aç mısınız, susuz musunuz demek şöyle dursun, emmimlerin girip oturduğu odaya bile uğramaz. Girip çıktığı odaların kapısını da oldukça sert açıp kapayarak içerdeki misafirlere gönülsüzlüğünü açıkça belli eder.
Emmim çok geçmeden bu davranışların farkına varır. Daha fazla oturmanın bir anlamı olmadığını düşünerek arkadaşına; ‘hadi kalkalım,’ der. Zira kimsenin içeri girip hoş gelmişsiniz bile demediği bir evde daha fazla beklemenin ömre ziyan olduğunu düşünür ve misafiriyle birlikte ayaklanırlar.
Kendilerine yapılan bu muamelenin ağırlıyla dış kapıyı açarlar. Misafir muamelesini çok gördüğü konukların kalktığını gören kadın onlara doğru yürür ve:’Şükrü’ye ne diyecektiniz, kimdiniz, Şükrü sorarsa kim geldi diyeyim?’ der. H. Ahmet emmim de:
‘Bak bunu hatırlattığına iyi ettin. Ben Haşim'in oğlu Hacı Ahmet'im. Teyzemin oğlu Şükrü'ye selam söyle. Misafiri ile beraber geldi, çok selamı var dersin. Haa, bir de seni Şükrü'nün yerine boşuyorum, bunu da Şükriye söyle,’ der ve oradan ayrılırlar.
Şükrü akşam olup eve gelince yemeğini yedikten sonra…
‘Ben evde yokken eve gelen giden oldu mu? der.
‘Haşim’in oğlu Hacı Ahmet diye biri geldi, selamı var. Deli mi akıllı mı ne? Seni Şükrü'nün yerine boşuyorum dedi gitti,’ der. Şükrü de:
‘Hacı Ahmet boşadı ise ben de üçten dokuza seni boşuyorum, boşsun!’ der. Hanımını boşar.’
Burada okuyucuya Hz. İbrahim’le ilgili bir kıssayı hatırlatmakta fayda görüyorum:
Hz. İbrahim karısını ve oğlu İsmail’i Mekke civarında bir yere yerleştirmiş ve onları Allah’a emanet ederek geri dönmüştü. Hz. İsmail orada büyümüş ve ora halkından bir kızla evlenmişti. Kendisi avcılıkla geçinen bir kimseydi. Bir gün ava çıktığında babası İbrahim peygamber kendilerini ziyaret için oraya geldi. Hz. İsmail’in eşi misafire karşı gerekli hürmet ve saygıyı göstermediği gibi İbrahim peygamberin durumlarıyla ilgili sorduğu sorulara da şikâyetçi olarak cevaplar verdi. Günyüzü görmediğinden, yokluktan, istediğini elde edememekten dem vurdu. Hz. İbrahim fazla oturmayıp tekrar geri dönmeye karar verdiğinde gelinine:
‘Eşin gelince ona, ihtiyar bir adam geldi ve sana eşiğini değiştirmeni söyledi dersin,’ der.
Hz. İsmail akşam evine geldiğinde bir gelen olup olmadığını sorar ve eşinden bu cevabı alınca:
‘O gelen ihtiyar benim babam Hz. İbrahim’di. Benden seni boşamamı istemiş,’ der ve eşini boşar…yukardaki olayı birazda bu meselin ışığı altında değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.
***
Marabuz’da sürüp giden ve bir türlü bitmek bilmeyen düşmanlıklardan bıkıp usanan bu sözü dinlenir, hükmüne uyulur aile 1957 yılında Marabuz’dan göçmeye karar verirler. Her kavganın arkasından iki tarafında yardım isteği, halk arasında hatırlı ve bir o kadarda devletin yanında itibarlı olan -üç göbek Muhtarlık eden- Memili Kaye, Haşim Ağa ve dahi Obbam lakabıyla anılan Osman (1913 - 26 Nisan 1981) kendi aralarında yaptıkları istişare neticesinde bu göç kararını almak zorunda kalırlar.’Biz bu köyden göçmezsek ortalık yatışmayacak. Bize güvenip kavgaya karışanların sayısı her geçen gün artarak devam ediyor. Yaralananı hastaneye götür, yaralayanı karakoldan çıkar, kavgalı tarafları bir araya getirerek barıştır… bu daha nereye kadar sürecek? Yiğitliğin, doğruluktan daha fazla rağbet gördüğü yerde iyi olmanın yetmeyeceği gün gibi aşikâr. En iyisi bizim göçmemiz,’ diyerek Marabuz’dan ayrılmaya karar kılarlar. Haşim ağanın üçü evli biri bekar olmak üzere dört oğlundan Bekir, Hacı Ahmet ve Yusuf kardeşler Tanır ile Marabuz arasında saha -çipil- denilen Hurman Çayının hemen yanı başına yerleşirken, kardeşleri Obbam-Osman- da göçünü Tanır’a indirir.
****
İyilik ışık gibidir. Her şartta ışımaya devam eder.
Davetliler arasında Türk edebiyatının Beyaz Kartalı merhum Bahaettin Karakoç’unda -1930-2018- bulunduğu bir grup arkadaş 29 Ekim 2013 günü merhum Hacı Ahmet dayının o an kimsenin oturmadığı Saha’daki evinin bahçesinde piknik yapmak için Hacı Ahmet oğlu Şair Haşim Kalender’in daveti üzerine bir araya gelmiştik.
Söz sözü açtı ve söz karşılıksız iyilik yapmanın ne büyük bir erdem olduğuna geldi. Haşim Kalender bir yandan misafirler için hazırlamaya çalıştığı yemekle uğraşıyor bir yandan da konuşmalarımıza kulak veriyordu. Misafirlerine hizmet etmekten duyduğu memnuniyeti yüzünden görebilirdiniz. İçten, samimi ve istekle yapılan bir uğraşıydı onun ki. Biz kendi aramızda sohbeti iyice koyulaştırdığımız bir sırada bize dönerek, ‘arkadaşlar’ dedi. ‘Rahmetli babam misafirsiz sofra açıp yemek yemeyi zarar sayardı. ‘Misafirin yaşı olmaz, yaşı kaç olursa olsun misafir her daim ev sahibinden büyüktür. Çünkü o Tanrı misafiridir. Tanrı tarafından gönderilene karşı büyüklük taslamak, hafife almak Allah’ın gücüne gider derdi.’ şeklinde bir anekdot aktardı bize. Ne kadar naif, zarif ve kibar bir düşünce biçimi… Yunus Emre de ‘yaratılanı severiz yaratandan ötürü’ ifadesinin en açık pratiği bu olsa gerek. Misafiri bize gönderenin hatırını saymak, misafire saygı göstermek…muhteşem bir ifade, muhteşem bir anlayış…
Tanır’lı olmasına rağmen memuriyeti sebebiyle Kahramanmaraş’ta ikamet eden Bünyamin Bozkurt -1962- isimli arkadaş Haşim Beyden sonra söz alarak çocukken başından geçen bir olayı anlattı orda hazır bulunanlara. Bünyamin beyin anlattıklarını da dinleyince bu misafirperverliğin öylesine bir şey olmadığını, ciddi bir duyarlılığın, derin bir hikmetin ifadesi olduğu fikri herkesin ortak kanaatine dönüştü. Bünyamin bey bizzat şahidi olduğu aşağıdaki olayı anlattı. Şahit olması herkeste merak uyandırmıştı.
‘Ben Haşim beyin anlattığı misafirperverliği bizzat yaşadım. Bugün bu anımı sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum.’ Derin bir iç çekti, gözleri bulutlanmıştı. ‘Hayırdır, nedir sana böyle iç çektiren?..’ diye sorduğumda, ‘Sorma Mehmet Hocam…’ derken, anlatacağı şeylerin içine sığmayacak büyüklükte olduğu hissini veriyordu.
‘Henüz çocuk denecek yaşlardaydım…’ diye başladı tekrar anlatmaya:
‘Bir gün, iki arkadaş, Tanır’dan Marabuz istikametine, Hurman’ın kıyısını takip ederek olta ata ata ilerliyorduk. Ne hikmetse, bu mevkiye kadar tek bir balık dahi yakalayamamıştık. Buraya geldiğimizde, açlığımızı giderebilmek için, yeşil soğanlarından ekmeğimize katık yapmak üzere, Haşim’in babası rahmetli Hacahmet Dayının bostanına girdim. Tam soğanın başına geçmiştim ki Hacahmet Dayı beni kolumdan yakaladı. ‘Ne yapıyorsun?’ dedi. Ben de ‘Acıktık, balık da tutamadık; ekmeğimize katık olsun diye yeşil soğan alacaktım…’ dedim. ‘Gel bakalım, eyle kolayı var mı?’ diyerek, beni şu köprüden geçirerek evlerinin bulunduğu tarafa doğru götürmeye başladı. Doğrusunu söylemek gerekirse korkmuştum. ‘Yalnız değilim, bir de arkadaşım var…’ dememle, ‘Onu da çağır gelsin!..’ dedi. Arkadaşıma seslendim, o da geldi. Eve iyice yaklaşınca ‘Oğlum Mâmmet!.. Çocuklar acıkmış; misafirin büyüğü küçüğü olmaz. Şu oğlağı kes de biz de yiyelim, onlar da…’ dedi. Bir oğlak kestirerek bizim karnımızı doyurdu. Ardından, ‘Hah, işte şimdi gidebilirsiniz!..’ dedi. Bunu hayatım boyunca unutamadım. Her ne zaman söz cömertlikten açılsa bu olayı anlatırım. Her türlüsünü gördüm de, iki çocuğa oğlak kesenini görmedim… Yattığı yer nur olsun!..’
Sözünü bitirdiğinde anlattığı şeyden etkilenmeyen hiç kimse yoktu aramızda. Gerçekten hikmetli hikayeler kitaplarına geçecek büyüklükte bir olaydı bu anlattığı.
Yukarıdaki yaşanmışlıktan yola çıkarak Söbeçimen’deki hadiseye dikkatinizi tekrar çekmek istiyorum. Misafire bu nazarla bakan birisinin, misafire Şükrü dayının hanımı gibi bakan birini boşaması çok da yadırganacak bir hadise olmasa gerek.
***
Osman -Obbam- oğlu Haşim Kalender ailesinin kadirşinaslığını, anlatmaya devam ediyor.
‘Kötülük kendini gizler, iyilikse kendini faş eder. İyiliğin aydınlığının ortaya çıkması için karanlığa ihtiyacı yoktur. Oysa kötülük öyle mi?
Kötülüğün mesaisi genelde gün battıktan sonra başladığı için atalar; ‘gecenin hayrındansa sabahın şerri’ demişler. Bir yerde işlerin yolunda gitmesi için sadece birilerinin iyi olması yetmiyor. Ortamın kirli olduğu yerde temiz giyinmen kirlenmene mani olmuyor. Karşının anladığı dilden konuşmanın kaçınılmaz olduğu anlar vardır. Adam gücünü senin üzerinde deneyerek itibar toplamaya çalışıyorsa, orada istesen de kaçamayacağın hadiselerle baş başa kalıyorsun. Bu üstü kapalı anlattığım sebeplerle babam tam yedidefa Elbistan cezaevinde yatmak durumunda kalır. Yedinci kez girdiği cezaevinden çıkma vakti geldiğinde içerden çıkar, daha önceden kararlaştırılan yere getirilen atına binip, mavzerini ve mermilerini de alarak Maravuz’a doğru yola çıkar.
Yaz günü Tanır’ın Maravuz yolundaki Kuruhan mevkiinde yoluna devam ederken, arkadan gelen seslerin hiç farkında olmaz.
Gelenlerin atlarının toynaklarının çıkardığı seslerin farkına vararak döndüğünde ise bir sürprizle karşılaşır. Gelenler bir yüzbaşı ve bir manga jandarmadır çünkü. Yeni ceza evinden çıkan, omzunda mavzer, döşünde çapraz takılmış fişeklikle bir yüzbaşı ve bir manga jandarma ile karşılaşan biri nasıl bir şaşkınlık içerisine düşerse o da öyle şaşkınlık yaşar.Yüzbaşı babamdan tüfeği ve mermileri ister ve:
‘Bizim geldiğimizi duyduğun halde neden kaçmaya çalışmadın, bu dalgınlık niye?’ der. Babam;
‘Mal-i hülle efendim,’ der. Komutan anlamaz ve sorar:
‘Mal-i hülle ne evladım?’ der. Babam da:
‘Hayal kuruyordum efendim,’ der.
‘Ne hayali kuruyordun?’
‘Bu benim yedinci defa hapisten çıkışım. Usandım, bu sıkıntıdan nasıl kurtulurum, çocuklarımı bu belalara nasıl bulaştırmam, diye kafamda hayal kuruyordum.’
Naldöken denilen yere vardıklarında Marabuz karakolu görünür. Komutan babama;
‘Evladım sen burada bizden ayrıl, evine git, biz karakola gidiyoruz,’ der. Babam:
‘Komutanım, ben burada evime yalnız başıma gidemem, düşmanlar benim cezaevinden çıktığımı öğrenmişlerdir. Beni yolda pusu kurup öldürürler. Beni babamın yanına, evimize siz götürüp teslim edin,’ der. Komutan:
‘Peki evladım, biz seni babana götürüp evine teslim edersek sen ne yapacaksın, tüfeğini ve mermilerini biz aldık.’ der. Babam:
‘Yedi tane keçimiz var, onları satarım, tüfekle mermi alırım komutanım,’ der.
Komutan bu söz üzerine babamın tüfeğini ve mermileri geri verir. Mermileri verirken askerin birisi babamın mermilerinden bir taraklık çekip alır. Komutan askerin mermi aldığını görür ve ‘verin evladım adamın mermisini,’ der. Akabinde babam askerlerden ayrılarak daha emniyetli bulduğu güzergâhtan Marabuz’a gelir.
Karakol komutanı karakoldaki işlerini bitirdikten sonra askerlerle beraber muhtarın evine misafir olmak için yola çıkıyor. Babamın babası dedem Haşim ağa o zaman muhtarmış. Bu arada babam yolda başından geçen bu hadiseden dedeme hiç bahsetmiyor.
Akşamüzeri karakol komutanı yüzbaşı ve askerler dedemin evine geliyorlar. O zamanki adet üzere babamda koşup misafir inerken gerekli hürmeti göstererek komutanı atından indiriyor. Komutan selam verip inerken bakıyor ki 3-4 saat önce yakaladığı ve tüfeğini alıp tekrar verdiği insan.’ Oo evladım, sen ne iş görüyorsun burada, biz muhtarın evine geldik,’ diyor. Babam da;’ben muhtarın oğluyum,’ diyor. O gün komutan ve askerler babamın ve dedemin misafiri oluyorlar.
Babam bir önceki gün başından geçenleri anlatıyor. Dedem oğluna karşı yapılan bu ikramı karşılıksız koymanın doğru olmadığını düşünerek o zaman evde bulunan Acem halısını sarıp atın terkisine koyuyor. Yüzbaşı sabahleyin ata binecekken terkideki halıyı görüyor.’Haşim ağa, bu ne?’ diyor. Dedem,’Yüzbaşım, sen oğlumu yakalayıp tekrar bırakmışsın, bu bizim size hediyemiz olsun,’ diyor. Yüzbaşı almak istemeyince dedem, ‘o zaman oğlumu al götür, tekrar döverek tüfeğini al,’ diyor. ‘İyilerin kadri bilinirse, iyilik yapanların sayısı artar. Ben de sen de biliyoruz ki oğluma yaptıkların için bir karşılık bekleyerek yapmadın. Hiç şüphesiz yapılan iyiliğin Hakk katında bir değeri mutlaka vardır ama kulu tarafından da fark edilmesi daha çok hoşuna gider. Bunu bize çok görme.’ Bu açıklama karşısında yüzbaşı çok etkileniyor, dedeme teşekkür ederek vedalaşıyorlar.
Dedemin ve babamın başında geçen bunun gibi onlarca hikâye var.
İşte 1957’de bu ve buna benzer hadiselerden uzaklaşmak için Tanır’a göçüyor babam.
Tanır gibi tutucu bir yerde Tanırlılar tarafından kabullenilmesi fazla uzun sürmüyor.
İlk geldiği vakitler döşeğinin altından eksik etmediği mavzerinin artık gereksiz olduğunu düşünerek ilk fırsatta ondan kurtuldu.
Köydeki üç-beş köy odasından biriside bize aitti. Bizlerde gelen misafirlere hizmet ederdik. Odaya gelen her misafire çay ve kahve ikram edilir, bunun dışında tabakasına da tütün konulurdu. Maddi durumu babamdan daha iyi olan köy odamızın müdavimlerinden birisinin tabakasına tütün korken biraz gevşek koyduğumun farkına varan babam, ‘oğlum, iyice tütünün üzerine bas, tabakamı verdimde Obbam’ın odasında tütünü gevşek koydular dedirtme,’ dedi.
Babam Haşim dedemden ne gördüyse aynı adetleri yaşadığı Tanır’da devam ettirdi. Anam –Meryem- babamın emmisi kızıydı. Misafire hizmet ederken anam da babam kadar istekli davranırdı. Daha bir gün zorsunduğunu belirten bir çift sözüne rastlamadım. Akşam olduğu vakit babam bizleri,’hele gidin bakın, dışarıdan gelen misafir varsa alıp eve gelin,’ diye yollar, biz de akşam namazı cemaatinin sonuna kadar bekler, varsa misafiri alıp eve getirirdik.
Hatta biz getirmesek bile Tanıra gelen misafirleri köylüler bizim eve yönlendirirlerdi. Buna örnek olsun diye şu kadarını da anlatayım. Köyde Kıyan abi diye bir adam vardı. O, köyde gördüğü dilencileri bizim evi işaret ederek, ‘burası benim babamın evi,’ diye getirip bizim eve yönlendirirdi.
Yine böyle bir günde akşam gönderdiği misafirlerden birisi babama hitaben,’Obbam, senin Kıyan diye bir oğlun var ya, bizi buraya o gönderdi,’ diyor. Babam da’o benim oğlum değil ama komşum, severim,’ diyor. Bizde babamızdan böyle gördük.
Belli bir dönem dışarıda mavzeri omzundan evde ise döşeğinin altından eksik etmeyen babam, bizleri elimize silah almadan büyüttü. Benim aklım yetti yeteli evimizin kapısı hiç kilitlenmedi. ‘Oğlum kilit dost işi, düşman duvarı da yarar. Oğul, esas meziyet yiğitlikte değil, doğrulukta gizlidir,’ derdi.
Dedem Haşim ağaya, babası Memili Kaye de söyle dermiş;
‘Kurunun yanında yaş yansada, yaşın yanı sıra kurunun yeşerdiği görülmüş şey değil.’
Maalesef mundar musmul olmazken, musmul mundar oluyor. Bu yüzden iyinin, güzelin, doğrunun çok daha fazla dikkat etmesi gerekiyor.’
Haşim Kalender’in anlattıkları bundan ibaret değil şüphesiz ki. Sözü gereğinden fazla uzatmadan hitama erdirelim düşüncesiyle şimdilik bu kadarla yetinelim.
O güzel günlerin özlemiyle bakalım şairin dili neler söyledi.
Cümle geçmişlerimize rahmet dileklerimle…
Gelen geldi geçen geçti dünyadan
Kimi irem kimi nara yürüdü,
Ecel ile uyandılar rüyadan
Kimi kolay kimi zora yürüdü.
Gönül denen kuşu kafes tutmadı
Kimi haram, kimi helal yutmadı
Kimi doğrulara eğri katmadı
Kimi yâre kimi yara yürüdü.
İnsan çeşit çeşit yer damar damar
Gönül bahçesini aşk eder imar
Zannetme her Sinan olacak mimar
Kimi hana kimi tara yürüdü.
Aslımız topraktır neslimiz âdem
Neyi yetiştirdik toprağız madem
Yan yana büyüyor alıçla badem
Kimi dolu kimi kara yürüdü.
Istırap duyanın akar gözyaşı
İlahi rızadır her işin başı
Su söndürmez her yakılan ataşı
Deyip geçti Gözükara yürüdü.
Not: bu metnin oluşmasında bize kaynaklık eden Osman oğlu Emekli Öğretmen Haşim (1952), Hacı Ahmet Oğlu şair Haşim (1962), Bekir oğlu ozan Seydi Kalender (1962)’e çok teşekkür ederim.
[1] Karanlık iş: Kanuna muhal, usulsüz
[2] Cömart: Eli açık
[3] Devlisi gün: Bir sonraki gün
[4] Medet: Yardım
[5] Koyungözü: Papatya
[6] Aççı: Binboğa dağlarında Marabuz köylülerinin çıktığı bir yayla ismi
[7] Bibi: Hala
[8] Seklem: İçi dolu çuval
[9] Rendeye benzer bir marangoz aracı.
Yorum yazarak Elbistanın Sesi Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Elbistanın Sesi Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Anadolu Ajansı (AA), İhlas Haber Ajansı (İHA), Demirören Haber Ajansı (DHA), Anka Haber Ajansı (ANKA) tarafından servis edilen tüm haberler Elbistanın Sesi Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistanın Sesi Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Elbistanın Sesi Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Elbistanın Sesi Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Anadolu Ajansı (AA), İhlas Haber Ajansı (İHA), Demirören Haber Ajansı (DHA), Anka Haber Ajansı (ANKA) tarafından servis edilen tüm haberler Elbistanın Sesi Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistanın Sesi Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.
Yorumlar
(24)Mehmet Türk - Hikayede geçen olaylar özelikle misafir ağırlamak . Mesela dedeme ayıp olur diye kendilerine gelen misafileri dedemin evine getirirlermiş. Alâkası olmadıkları suçtan dolayı iki amcamın herbirinin onar yıl mahkum olduları gibi.Bu hikayeyi en cok ben anlarım beni etkiler teşekkürler aziz kardeşim selam ve dua.
Yusuf Gülden - Kalemine sağlık. çok güzel bir gerçek aile yazısı. Benim anamda lorşunlu.Dirgen Alinin kardeşi Hafızın torunu.Anam Habibe Binboğadan bu hikayeleri dinledim. Allah geçmişlerimizn mekanlarını cennet eylesin.
Cakabey Gözükara - Kalemine sağlık. Bu yazılanlar o bölge için çok kıymetlidir.
Selamlar
Zekeriya Çakabey Gözük - Kalemine sağlık. Bu yazılanlar o bölge için çok kıymetlidir.
Selamlar
Halil İbrahim Kahraman - Kalemine kuvvet adeta olayları bire bir yaşattınız, ders verici bir yazı. Var olasın Gözükara
Sefa Doğan - Ellerine kollarına emeğine yüreğine sağlık kardeşim
Kadir Köse - Tecrübeyle Sabit adlı hikayelerin 46. Sayısında Köyümde yaşanılanlara yer vererek tarihe not düşmeniz bizi ziyadesiyle memnun etmiştir. Hikayede geçenlerin bir kısmı bizler doğmadan olduğu için babadan, dededen dinleyerek büyüdük. Bununla beraber hikâyedeki iki konunun biri olan ve Hacı Ahmet Amcanın teyzesinin oğlu, Söbeçimenli Şükrü amca, dedemin de (annemin babası) teyzesinin oğluydu. Rahmetli dedem Kurt Hüseyin, teyzesinin oğlu Şükrün'ün hanımını misafire ilgisizliğinden ve aynı zamanda Hacı Ahmet amcadan dolayı boşamasını zaman zaman anlatırdı. Hatta Hacı Ahmet Amca bizim obaya geldiğinde kadınların bir kısmı bahsedilen boşama olayından dolayı Hacı Ahmet Amcadan çekinirlerdi. Hikâyenizin beni en çok etkileyen tarafı ise Cuma günleri yaşanılan hesaplaşmalardı. Ben bu olaylara çocukluğumda defalarca şahit oldum. O günleri sizin hikâyenizle hatırladığımda yaşanılanların ne kadar cahilce ve acı olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Hele hele bir olayı hiç unutmuyorum: Yine Cuma günüydü, namaz vaktine yakın bir zamanda, caminin abdest alma yerinde abdest alan genç bir kişinin yine genç bir kişi tarafından yanımda kafasına kuşun sıkılarak öldürülmesi beni derinden etkilemiş ve yıllarca unutamamıştım. Bu yaşanılan acıları Köyümü anlattığım şiirimde bir dörtlükte şöyle anlatmıştım.
O yıllarda dövüş yapmak ün idi
Kâbileler göstetirdi gücünü
Cuma günü Teksas'tan bir gün idi
Hasım olan almalıydı öcünü.
Sonuç olarak bu derlemenizden dolayı size teşekkür ederim. Bizi o günlere gòtürdügünuz Üstadım! Elinize emeğimize sağlık...
Kerem Akpınar - Eline sağlık. Her şey unutulur yazı kalır
Hacı Aygün - Bu güzel anekdot için teşekkür ederim kalemin kavi olsun arkadaşım
Rukiye Gözüküra Ceren - Eline emeğine yüreğine sağlık.
Zoru başarmak çok güzel.
Öyle güzel insanlar nerede kaldı ki?
Adem Kancı - Tebrikler başarılar diliyorum hocam
Seydi Kalender - Kıymetli gardaşım kalemine yüreğine emeğine sağlık saygılar selamlar
Osman Uzunlu - Degerli kardeşim kalemine yüreğine sağlık süper bir yazı olmuş kitabini ne zaman çıkarıp gönderecen
Erol Giryani Boyunduru - Kardeşim sana, Seydi'ye ve Hâşim'e teşekürler. Sağ olun
Bünyamin Bozkurt - Haşim abinin nezih anlatımından akıcı bir yazıya dönüştürdüğünü ders niteliğinde ibretlik bir yazı yazmışsınız. Gardaş onca güzel yaşanmışlık içinden bizim anlattığımız anekot yazınızın başlığı olmuş. O güzel insanların oğullarını tanıyoruz. İki Haşimi yakından tanırım. Onlarda babaların dan dedelerinden miras aldıkları emaneti layıkıyla sürdürüyorlar. Onlardan Allah razı olsun. Size de bu gelecek nesillere bu güzellikleri ölümsüzleştirdiğiniz için teşekkür ederiz. Beni tanıyan herkese Hacı Ahmet emminin bize yaptığını anllattım. Ama siz hem kalıcı ettiniz hemde binlerce kişiye ulaştırdınız.
Sağolun var olun.
Tayyip Atmaca - Eyvallah azizim. Haşim Kalender'i kocalttın elleham
Haşim Kalender - Kardeşim diline yüreğine sağlık ancak bu kadar güzel anlatılırdı
Ömer Kaya - Kaleminize yüreğinize sağlık üstad tebrik ediyorum...
Şevket Çiçek - Hikayede ismi geçenlerin hayatta olanlara selamlar, vefat edenlere rahmet dilerken; Sn Gözükara yenilerini yazman için size ve kaleminize güveniyorum pek yakinda inşallah
Oğuz Alp Paköz - Bu yazı öncekilerden de daha etkili. Kutluyorum.
Ahmet Söyler - Allah cc. razı olsun kardeşim benim, okul arkadaşım Haşim Kalender'i ve ailesini, özellikle dedem merhum Menzoğlu Ahmet Efendi'nin dostlarından Haşim Kâyeyi yakından tanıma fırsatı buldum. Emeğine yüreğine sağlık.
Haşim Kalender Mersin - Üç neslin izlerinin silinmeye yüz tutmasına gönlüm razı olmamıştı.
Mehmet beye anlattım .Yaşarken kıymetini bilemediğimiz büyüklerimizin hatırası anladım Kİ ; bize ders olacak nitelikte.
Bir kaç kesit halinde anlatmaya gayret ettim.
Şairimiz Mehmet beyin emeğine ve gönlüne sağlık.
Cemal Yılmaz - Bir hikaye okudum, on akıl aldım. Allah razı olsun sizden inşallah
Erol Giryani Boyunduru - Üç neslin izlerinin silinmeye yüz tutmasına gönlüm razı olmamıştı.
Mehmet beye anlattım .Yaşarken kıymetini bilemediğimiz büyüklerimizin hatırası anladım Kİ ; bize ders olacak nitelikte.
Bir kaç kesit halinde anlatmaya gayret ettim.
Şairimiz Mehmet beyin emeğine ve gönlüne sağlık.
Yazılan yorumlardan Elbistanın Sesi Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz. Sitemizin Topluluk Kurallarına uymayan yorumlar yayınlanmaz. Yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz.
Anadolu Ajansı (AA), İhlas Haber Ajansı (İHA), Demirören Haber Ajansı (DHA), Anka Haber Ajansı (ANKA) tarafından servis edilen tüm haberler Elbistanın Sesi Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistanın Sesi Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.