ELLİ SANİYE

ELLİ SANİYE

Annesinin sessiz çığlıklarıyla kıl çadırda doğdu. Bacası tüten bir evi, kendine ait yatağı, sıcak su akan çeşmesi yoktu onların. Göçebeydi; hayalleri, yaşamları, nefesleri. Babasının direği sapladığı yer vatanlarıydı birkaç aylığına. “Adı ne olacak bebeğin?” dedim. “Baran olsun” dedi baba. Kayıtlara Baran, hafızama “deniz gözlü” diye kaydettim. Anneye sordum “İlk bebeğin mi?” diye. Utanarak eğdi başını “Yedi oldu elinizden öper.” dedi. Yedi minik yürek, yedi çıplak ayak, yedi bilinmeze yolcu. Mevsimlik hayatlar, mevsimlik hayaller, yarım kalan gülüşler. “Adres ne?” dedim babaya. Gözleri dolarak “Bu dünyada yerimiz belli olmadı, öbür dünyaya Allah kerim” dedi. Boş bıraktım adres hanesini…

Kocaman mavi gözleri, altın sarısı saçları vardı Baran’ın. Fotoğrafını çektim, telefonuma ekran yüzü yaptım. Sonra daldım gittim Baran’ın hayatına. Belki göçebe olmasaydı hayatı, düşleri, çatısı, kaderi çok başka olurdu dedim. Belki o gözler onu okulun en tanınan yüzü, mahallenin maskotu, ileride kızların sevgilisi yapacaktı. Belki de bu hayat Baran’a da diğerlerine yaptığı gibi çöpten kâğıt toplatacak, kırmızı ışıkta yakaladıkları sürücülere kâğıt mendil sattıracaktı. Baran’ın diğerlerinden farkı, güzel gözleri hatırına sattığı üç beş fazla mendil olacaktı. Baran, çok zeki olmasına rağmen doktor olamayacaktı mesela, okul servisi evinin önüne gelip korna çalmayacak, arkadaşlarıyla oturdukları sitenin parkında kovalamaca oynarken annesi “Koşma, terler hasta olursun” demeyecekti. Kaderi ona, herkesin elinde hediye paketlerinin olduğu bir doğum günü partisinde “İyi ki doğdun Baran” yazılı pastanın mumunu üfletmeyecek ve doğduğu tarih sadece benim yaptığım kayıtlarda kalacaktı. Baran, bunları hiç yaşamayacak ama sorgulamayacaktı da. Çünkü hiç tatmadığımız bir meyvenin tadını hiçbir tasvir yaşatamazdı. Bilmemek huzurdu bazen, bu da hayatın oyunuydu bize, belki de ödülü!

Ama Baran da diğerleri gibi doğduğu coğrafyanın yazdığı kaderi yaşayacaktı. Baran’ın hazları çok başka olacaktı. Ayağında lastik ayakkabısı ile ıslanmaktan korkmadan balıklama atlayacak çadırın önündeki ırmağa, gece annesinin serdiği yer yatağına yedi minik beden neşeyle yatacak, üzerlerini örten yıldızları sayacaktı. Belki hiç kumandalı arabası olmayacak ama babası ona ağaçtan kamyon yapacaktı, büyüyünce şoför olmanın hayaliyle oynadığı.

Çadır kurdukları yere taşıyacakları suyun yakın olması, kışı geçirecek kadar odun bulmak yetecekti gülümsemek için. Bir de akşama kaşık sallayacak bir tencere yemek varsa değmeyin keyiflerine. Öyle hafif ateş, öksürük korkutmazdı onları. Hayatın acımasızlığını nezaketle, olmayan kapılarından uğurlamayı iyi öğretmişti kader. Çok sebep aramazlardı kahkaha atmak için. Belki de bir akmaya başlarsa göz pınarları, durduramaz diye hep önüne bent ördü Baran ve aynı kaderi yaşayanlar. Çünkü çok canı yanmadıkça hiç ağlamazdı o bedenler.

Baran’ın kocaman gülen mavi gözlerindeydi hayatın tüm gerçeği. Çünkü doğduğun yer kaderindi, aslında kederindi sen bilmesen de. Hepimizin payına düşen bize biçilmiş bu rolleri hakkını vererek oynamak değil miydi başkalarının yazdığı senaryonun içinde! Bu dev tiyatroda kimimiz daha geniş bir ev, kimimiz daha pahalı bir araba, bazılarımız da tok karınla uyumanın umuduyla sarılmıyor mu yarınlara umutla her şeye rağmen?

Ve elli saniyelik sürede satması gereken kâğıt mendillerle arabamın camını tıklayan çocuğa döndüm. Aradan geçen dört yıl Baran’ın bedenini büyütmüş ama bakışlarını aynı bırakmıştı. O elli saniye Baran’ın deniz mavisi gözlerinde boğdu beni. Camdan uzandım, elini tuttum ve avucuna bıraktığım, bozuk para değil “yüreğim”di. Aldığım mendil yetmedi gözyaşlarımı silmeye. Yıkamak istedim gözyaşlarımla Baran’ın kirli elini, yüzünü. Kolaydı onun temizlenmesi. Ya bizim kirli yüreklerimizi, ruhumuzu, dünyamızı hangi su temizlerdi, arınır mıydık bir gün günahlarımızdan, öbür dünyada hesaplaşmayı beklemeden…

Ne en güzel cümle, ne hisli şiir, ne de en çok akan gözyaşı silemeyecek bu acıtan gerçeği. Baran, yarın yine başka bir ışıkta mavi gözleriyle bakacak eline para koyan buğulu gözlere.

Oysa hepimiz Baran ile aynı çadırda, aynı gökyüzüne bakıyoruz, kaderimize razı olarak suskunca. Neden gücümüz yetmiyor çocukların sadece doya doya çocuk olmalarına? Hangi mendil silecek alınlarımızdaki bu kara yazıyı, Baranların mavi derinliklerinde boğulmadan?…

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Meltem Göçer - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Elbistanın Sesi Gazetesi Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Elbistanın Sesi Gazetesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Elbistanın Sesi Gazetesi editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Elbistanın Sesi Gazetesi değil haberi geçen ajanstır.

05

Mehmet Taş - Kısa ama çok ince vurguları olan bir yazı. Bir toplumun kaderi.

Eline yüreğine sağlık.

İyi ki bu kalemi tanımışım.

Yanıtla . 0Beğen . 0Beğenme 07 Ağustos 13:56
04

Orhan Saydam - Meltem Ablacığım çok güzel bir yazı okudum. Yoğun duygular yaşatan, sokaklardaki yüzlerce Baran'ı hatırlatan bir yazı... Kalemine yüreğine sağlık.

Yanıtla . 0Beğen . 0Beğenme 07 Ağustos 13:56
03

Mehmet emin Elagöz - Duygu dolu etkili mesajlarla güzel bir yazı. Tebrikler

Yanıtla . 0Beğen . 0Beğenme 07 Ağustos 13:56
02

Ozlem agca - Cok guzel bir yazi meltemcim eline yuregine saglik

Yanıtla . 0Beğen . 0Beğenme 07 Ağustos 13:56
01

Yusuf - Yeni doğan bebeğin kocaman gözü olmaz...

Mendilci çocuktan mendil almak ,ona iyilik değil kötülük olur...

Alın yazısı mendille silinmez.

Sonunu düşünen kahraman olamaz...

Yanıtla . 0Beğen . 0Beğenme 07 Ağustos 13:56